Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allah’ındır.?” Ruhlar âlemi sekavitinin ve beden arzının mülkiyet ve hükümranlığı O’na aittir. O, kudret eliyle buralarda dilediği gibi tasarrufta bulunur. Daha doğrusu göklerin ve yerin tümü O’nun zahiri ve batınıdır. Dolayısıyla size yardım edecek, sizi edinecek O’ndan başka kimse yoktur.
Bakara Suresi 107. ayeti, göklerin ve yerin yalnızca Allah’a ait olduğuna dair önemli bir mesaj verir. Bu ayet, tevhid inancının merkezine oturan, Allah’ın mutlak egemenliğini ve kudretini ifade eder. Ancak, bu ayet sadece dışsal bir egemenliği anlatmakla kalmaz; aynı zamanda insanın içsel dünyasına, ruhuna ve varlık âlemine dair derin bir anlam taşır. Bu anlamları daha geniş bir çerçevede açıklamak gerekirse:
1. Zahir ve Batın Varlık
Ayette “göklerin ve yerin tümü O’nun zahiri ve batınıdır” ifadesi, Allah’ın her şeyin hem zahirini hem de batınını bilip yönettiğini ifade eder. Zahiri, gözle görülebilen dünyayı, batını ise gözle görülmeyen, gizli olan alemi ifade eder. Bu bağlamda Allah’ın her iki âlemde de tam bir mutlakiyet ve egemenliği vardır. Hem madde âlemi (gökler ve yer) hem de manevî âlem (ruhlar âlemi, insanın kalbi) Allah’ın kudretine bağlıdır.
Zahir olan, Allah’ın yarattığı maddi âlemi temsil ederken, batın olan, Allah’ın gizli kudretini ve yaratılışındaki ince sırları ifade eder. Bu anlamda, Allah her şeyin yaratıcısı olduğu gibi, her şeyin gerçek sahibidir. O’nun izni olmadan hiçbir şey var olamaz, hiçbir şey hareket edemez.
2. Ruhlar Âlemi ve Beden Arzı
Bu yorumda, ruhlar âlemi (sekavit) ve beden arzı (dünya, madde âlemi) de Allah’ın mülkü olarak ifade edilmiştir. Ruhlar âlemi, bizim farkında olmadığımız bir boyut olup, insanlar bu dünyada bedenli yaşarken, ruhlar âleminde de varlıkları sürdürürler. Bu âlem de Allah’ın kudreti altında olup, O’nun iradesiyle şekillenir.
Beden arzı, gözle görülen, fiziksel dünyadır ve insanlar bu dünyada hareket ederken, ruhlar âlemiyle bağlantılıdır. Yani insanın varoluşu, ruhu ile bedeni arasında bir denge ve bağlantıya dayanır. Allah’ın kudreti her iki âlemde de hükmeder, O’nun dışında hiçbir şey tasarruf edemez.
3. Allah’ın Kudreti ve Tasarrufu
Ayette ayrıca, “O, kudret eliyle buralarda dilediği gibi tasarrufta bulunur” ifadesi, Allah’ın mutlak kudretine işaret eder. Allah, her şeyin üzerinde tam bir tasarrufa sahiptir. Dünya ve ahiret âleminde O’nun iradesi dışında hiçbir şey gerçekleşemez. Bu noktada, Allah’ın kudretinin sonsuzluğu vurgulanmış olur. O’nun iradesi her şeyin önündedir ve O dilediği gibi her şey üzerinde tasarrufta bulunabilir.Bu durum, insanlara, teslimiyet ve tevekkül öğütler. İnsan, hayatında karşılaştığı her durumda, Allah’ın kudretine güvenmeli ve her şeyin O’nun elinde olduğunu bilmelidir.
Herhangi bir şeyin olmasına ya da olmamasına dair kararsızlık ve kaygılar, aslında Allah’a güvenmemekten kaynaklanır.
4. Tevhid ve Yardımcılar
Ayetin sonunda “Dolayısıyla size yardım edecek, sizi edinecek O’ndan başka kimse yoktur” ifadesi, tevhid anlayışını pekiştiren bir açıklamadır. Burada “yardım edecek” ve “sizi edinecek” terimleri, Allah’ın her türlü ihtiyacı karşılama yeteneğini ifade eder. Her şeyin sahibi ve yöneticisi olan Allah, aynı zamanda kullarına da yardım eden ve onları gözetendir. İnsan, sadece Allah’a yönelerek gerçek yardımını alabilir.
İnsanlar bazen başka varlıklara, sebeplere, güçlere ya da kişilere güvenme eğiliminde olabilirler, ancak ayet açık bir şekilde belirtmektedir ki, gerçek yardımcı ve koruyucu yalnızca Allah’tır. O, insanın içindeki en gizli duyguları ve arzuları da bilir, dış dünyadaki tüm olayları da. Bu sebeple, insanın yaşamında Allah’tan başka hiçbir yardımcıya, dost ya da koruyucuya ihtiyacı yoktur.
5. Tasavvufi Boyut
Birçok tasavvufi yorumda, Allah’ın her şeyde tecelli etmesi ve her şeyin O’nun varlığının bir yansıması olduğu vurgulanır. İbn Arabi gibi tasavvuf büyükleri, Allah’ın her şeyde tecelli ettiğini savunmuşlardır. Vahdet-i vücut anlayışına göre, her şey bir bütündür ve Allah’ın kudreti her şeyde görünür. Bu anlayışa göre, göklerin ve yerin mülkiyeti, insanın içindeki manevi ve ruhsal durumuyla bir bütündür.
Bu bakış açısına göre, Allah’ın her şeyde olduğu gibi, insanın da içinde var olan her şeyin sahibi olduğunu kabul etmek gerekir. Allah’ın mutlak kudreti, her türlü varlıkta kendisini gösterir, bir bütün olarak insanı ve kainatı yönetir.
6. Sonuç: Tevhidin Gücü
Bakara 107, tevhid inancının güçlü bir ifadesidir. Allah’ın mutlak egemenliğini, kudretini ve yaratma gücünü kabul etmek, insanın hayattaki tüm ilişkilerinde ona rehberlik etmelidir. İnsan, ne kadar güçlü olursa olsun, kendi gücünü ve kudretini Allah’ın iradesine tabi tutmalıdır. Her türlü zorlukta, her türlü durumda Allah’a yönelmek gerekir. Çünkü gerçek dost ve yardımcı yalnızca O’dur.
Bu ayet, humus ve tevhid gibi temel İslami kavramları da güçlendirir. Her şeyin sahibi ve yöneticisi olan Allah, her türlü desteği yalnızca kendisinden verebilir. İnsanın huzuru, güveni ve refahı ancak Allah’a teslimiyetle mümkündür.
Bilakis o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli ve mensuhlu, takdimli ve tehirli, hem kalıcılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun hükümler koymak hikmet değil midir?
Bu ifade, ilahi vahyin hikmetli bir şekilde belirli zaman ve mekânlara uygun olarak nasıl şekillendiğini anlatan derin bir düşüncedir. Kısaca, dinin temel esaslarının sabit olduğu ancak teferruata dair hükümlerin zaman ve mekâna göre değişebileceği fikrine dayanıyor. Bu, İslam hukukunda nâsih-mensuh (önceki hükmü kaldıran ve yenisini getiren ayetler) ve hikmet kavramlarıyla açıklanır.
Burada hikmet olarak belirtilen şey, ilahi hükümlerin hem değişmez prensipler içermesi hem de değişen şartlara uyum sağlayabilmesi olarak yorumlanabilir. Dinin evrenselliği ve sürekliliği, onu her dönemde uygulanabilir kılan bir özelliktir. Bu yüzden, sebep ve maslahat çerçevesinde belirli hükümler değişebilirken, ana esaslar baki kalır.
Bu bakış açısı, İslam hukukunda içtihat, fıkıh ve maslahat prensipleri ile de ilişkilendirilebilir. Yani, bir toplumun ihtiyaçlarına, zamanın şartlarına ve hikmet prensibine uygun olarak detay hükümlerde esneklik sağlanırken, temel esasların korunması gerektiği vurgulanıyor.
Bu ifadeyi belirli bir bağlamda mı ele almak istiyorsunuz, yoksa daha geniş bir açıklama mı bekliyorsunuz?
İçtihat, Fıkıh ve Maslahat Prensipleri Nedir?
Bu üç kavram, İslam hukuku ve dini hükümlerin belirlenmesi ile ilgili temel kavramlardır.
1. İçtihat (Ijtihad) Nedir?
İçtihat, Kur’an ve Sünnet’te açıkça belirtilmemiş konularda bir İslam âliminin (müçtehidin), kendi ilmi birikimini ve akıl yürütmesini kullanarak hüküm çıkarmasıdır.
- Örnek: Günümüzde organ nakli gibi konular Kur’an’da veya hadislerde açıkça belirtilmemiştir. Bu nedenle, âlimler içtihat yaparak İslam’ın temel ilkelerine uygun bir sonuca varırlar.
2. Fıkıh (Fiqh) Nedir?
Fıkıh, İslam hukuku anlamına gelir ve Müslümanların günlük hayatlarını düzenleyen dini kuralların anlaşılması ve uygulanması sürecidir.
- Örnek: Namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin kuralları, ticaret, evlilik ve miras gibi konular fıkıh kapsamında ele alınır.
- Fıkıh, Kur’an, Sünnet, İcma (alimlerin ortak görüşü) ve Kıyas (benzer olaylardan hüküm çıkarma) gibi kaynaklara dayanır.
3. Maslahat (Maslaha) Prensibi Nedir?
Maslahat, bir şeyin birey ve toplum için faydalı olması anlamına gelir ve İslam hukukunda toplumsal yararı gözeten bir prensiptir. Eğer bir konuda kesin bir dini hüküm yoksa, maslahat gözetilerek bir karar verilebilir.
- Örnek: Trafik ışıklarının dinen doğrudan bir hükmü yoktur ama maslahat gereği bu kurallara uymak gerekir, çünkü toplumsal düzeni ve güvenliği sağlar.
Bu üç kavram, İslam hukukunun nasıl geliştiğini ve yeni durumlara nasıl adapte olduğunu anlamak için önemlidir.